5 Ocak 2012 Perşembe

Sen Ol, Ben Olma

Tünde Ecem Kutlu' nun Kaleminden...

Sen Ol, Ben Olma

Yıllar önce, daha insanlık soyu kendini geliştirmemiş ve kim olduklarını anlayacak kadar acı çektirmemişken, yıldızlar hiç olmadığı kadar parlamaya başlamıştı. Gökyüzüne baktığınızda sayısız ışık kızının size gülümseyişini görebilirdiniz. Annelerinin etrafına öyle bir hücum saldırmışlardır ki korkarsınız. Bir sicim iple onları tutabilirsiniz zannedersiniz; ama gerçekliğin acı tadını daha duymamışsınızdır. Ve herkes bilir ki, o kızların kahkahasını duymak pek de doğal değildir.

Sokakların arasındaki karartılardan her zaman bir insan çıkacak ve beni öldürecek, diye düşündüğümüz yıllarda, biz de yıldızları dinlerdik. Hiçbir zaman insanlığın içine girecek cesareti kendimizde bulamadık. Uzunlu kısalı evlerin çatılarına tırmanıp şarkılar söyledik. Her birimiz farklı şey söyledik, durduk. Yıllar boyunca çatılarda oturduğumuz için bize taş attılar.

Büyüdük. Farkındalığımız her yaşlıdan daha fazlaydı. Yaşamın gerçek boyutunu anlıyor, bazen bir dürtü uyanıp bizi iteklemese uçurumdan atlayacak olduğumuzu fark edebiliyoruz. Denizin aslında deniz olmadığını fark edebiliyoruz; onun sadece bizim gibi dünyanın bir parçası olmadığını, herkesin istediği ama yok ettiği bir lütuf olduğunu anlıyoruz. Ayın nasıl yaşam dolu olduğunu biliyoruz. Olasıklıkları yargılıyor, onları olasılıktan çıkararak gerçekliğe yoruyor, hayatı çözmeye bir bir adımlar atarak yaklaşıyoruz. Merdiveni çıkarken tökezlemelerimizin yalan oyunları olduğunu biliyoruz. Hayvanların aslında bizden akıllı olduğunu ve aynı türden kardeşlerimizi nasıl öldürmekten zevk aldığımızı görebiliyoruz; aslında kendi türümüzden korktuğumuzu anlıyoruz. Eğer onlar ısırabiliyorsa biz de ısırabiliriz, demiyoruz da, korkuyla geri sıçrıyoruz. Biz, bunu anlıyoruz.

Ama diğer insanlar anlamıyordu. Basit kavramların içindeki özelliklerin gizemli dünyasında kaybolmak yerine, onların kaybolmasına izin verip her şeyi mahvedebiliyorlardı. Yaşamda tanıdıkları insanların yaşamlarını tek bir kelime ile bitirmenin mümkünlüğünü, onun felsefesini sadece ve sadece kendi çıkarları için kullanmasınıysa her şeyden iyi beceriyorlardı. Şarkıların aslında birer yaşam olduğunu bilmiyorlardı. En küçük yaprak hışırtısının ardındaki çağrıyı duyamayacak kadar sağırlardı:

Biz burdayız ve siz orada. Tek fark; orası ölüm ve orası sizsiniz. Hakkınız olanı erteleyin. Gelin yandaşlarım! Biz kardeşiz!

Ama biz, buna aldıramayacak kadar gençtik hâlâ. Büyümenin azizliğini fark edememiştik. Bir an, beynimiz şimşek çarpması gibi bir el dokunuşuyla yanıyor, hayatın kara gözlükleri çatlıyordu ve şeffaflaşıyordu. Hiçbir zaman bir ağacın size baktığını gördünüz mü? Hayır; kara gözlükler onları önlüyordu. Onların ihtişamlı suratlarını bizden gizliyorlardı.

Biraz vakit geçti ve insanların duyularını çözdük. Artık kendimize nasıl insan diyebilirdik ki; bunca şey bizim için daha farklıyken. Kokunun ardını bile düşündük. Ellerin dokunduğu yerde ne olduğunu değil de, dokunduğu şeydeki yaşantıyı sezdik. Beyinlerimiz ağrırken ve bedenimizdeki her uzuv akkor ateşiyle yanarken, dudaklarımızdan yasak kelimeler döküldü. O kadar yasaklardı ki, bazılarımız sürüldü ve bazılarımız kılıca vuruldu. Ama onların yok olan beyinlerini hissetmemeyi başardık ve normal olmaya çalıştık.

Kişiliğimizi değiştirmek için her şeyi denedik. Her şeyi. Ama ne yaparsak yapalım, biz insanları değiştirmeye çalışıyorduk ve sonunda hep birimizi yeniyorlardı. Geriye sadece beş kişi kaldık. Birbirimize bakarak yapmamız gerekeni anlayabiliyorduk ama kaçınılmaz sonu geciktirdik.

İnsanlar tek bir kişiyi dinliyordu. Beyinleri sadece jöleden yapılmıştı ve onu şekillendirerek her masalı anlatabileceğin bir çocuk yaratabilirdin. İnançlarının neye yönelik olduğuna inanmak zordu. Herkes başka şeye inanıyordu ve sonunda biz sıkıldık. Toplandık ve bizi dışlayan herkesi bularak yakaladık. Onlara hayatı göstermek için ısrar etmedik, ama görenler ayaklarımıza kapandıkça hayatı fark eder oldular.

Ama bu da değişti. Zafer dansı asla yapılmazdı ve yapılmaması gereken bir zamanda dans edip şarkı söylemek akıl almaz bir acıyı çağırdı.

Üç kişi kaldık. Ben, iki arkadaşımın kendini zorlamaları altında feda edilecek gönüllü oldum. Bizim için yabanî hayat somutlaşmış bir duyguydu ve bundan ayrılmak zorlaşmıştı. Dağlarımızdan indim, köylere gittim. Oradakilere anlatacağım çok şey vardı. Ama dinletmenin mümkün olduğunu bir devirde değildik. Kendimi onlardan biri yaptım.

Yıllar boyunca dolaştım. Bir yerde kalmaya ilk karar verdiğim anda, yedi yıl geçmişti muhtemelen. Küçücük çocukların ve yaşlı adamların ellerindeki o tuhaf nesne beni çekmişti. Elime aldığımda çam ve biraz da at kokusu burnuma geldi ve yeni mürekkeple yazılmış onlarca sayfayı dolaştım. Bunun ne olduğunu merak ediyordum ama beynim o kadar çok şaşkındı ki, merakımı gidermek gibi basit bir şeyin zor olduğunu söyleyerek beni kaçırdı. Elimde küçük, uçuşan samanlardan oluşmuş eşyamla beraber kır çiçeklerinin ortasına oturdum.

Kılıçtan daha keskin sözler anlatan ve kalkandan daha sert bir şekilde benim silmeye çalıştığım şeyleri uzak tutan bu eşya, bana bir şeyler öğretmeye kalkan kişiler arasında en güçlüsüydü ve kabullenerek onu dinledim. Bana kendimi dinlememi öğütleyerek hayata bakış açısı verdi.

Ama bir süre sonra yırtıldı ve onu yırtan benim kendi ellerimdi. Zihnimdi. Bana nasıl olur da bir şey öğretmeye kalkardı? Ben bildiğim çizgi üzerinde bunca yıl yürümüştüm ve kendi kendimin efendisi olmamı ne değiştirebilirdi ki? Hayat mı? Peh. Hayat sadece kara gözlüklerin ardından bakılırsa bir öğretmen olabilirdi ve onun kontrolünün aslında kimde olduğunu bilmemiz mümkün değildi. Kendi hayatınla oynayabilirdin ama başkasının hayatıyla oynamaktansa ölmeyi tercih etmeliydin. Bu berbattı.

Ama sonra, şunu fark ettim. Her adımımda bastığım toprak bile bana karşıydı. Burda ne işim vardı ki benim? Bir ağıtla kendimi yok edebilecekken, yaşamdaki en küçük güzelliğe gülmeyi kesen biri olarak yaşamaya ne hakkım vardı ki? Başkaları tarafından eğitilmiyordum ki artık. Hayatımın tek zinciri bendim ve ben tek anahtardım ve ben tek kilittim ve bendim! Kimse değildim ve bendim.

Benliğim, bana gelecekte öğretilecek tek bir şey söyledi. Bunu aktarmanın tek yolunu yırtıp atmıştım ama pişman değildim. Hiçbir zaman pişman olmadım. Hayır. Ve kendi benliğimi korumayı keserek, mürekkeple o tuhaf ve küstah eşyadan oluşturmaya başladım. Onu kimsenin okumamasını istedim ama. Bu yüzden, en tuhaf şeyi yaptım. Yazdığım her şeyi kendi ruhumla doldurdum.

Yıllar sonra öleceğim zaman, bir şey öğrendim. O eşyayı biri bulmuştu. Bir çocuktu galiba daha. Bana gelip, dört kişi olduğumuzu söylediler. Onun adını duymak istemedim. Bir çocuğun hayatını mı mahvetmiştim? Yoksa beni duymalarını sağlayacak tek kişi o muydu?

Kitabın son kelimesi aklımda çınlarken, hep ulaşmam gereken kıyılara vardım. Her tarafım bomboştu ve beni eleştirecek tek şey denizin dalgalarının sesi ve mehtap olacaktı. Orda ben olabilecektim ve sadece ben olacaktım.

Bu ve burdaki her şey bendim ve her şey de ben olacaktı.

Her zaman ben oldum ve hiç sen olmadım. Sen de sen ol ve hiç ben olma. Çünkü hayat bu değildir.

Ve ölmedim. Çünkü o çocuk hep beni dinledi ve benim savunmaya çalıştığım şeyleri dile getirdi.

Asla o olmadım, o da asla ben olmadı.

Ve böylece yaşayabiliyor. Çünkü başkası olsaydı, yaşam onun değil başkasının olurdu. Bildiğim tek şey varsa, o da var olmaktır. Çünkü var olmak en zor başlayan, daha zor sürdürülen ve çok kısa biten bir şey. En uzun yaşam bile aslında kısadır.

Asla ben olma. Hep sen ol... Çünkü ben, sen değilim. Böylece hep yaşayabilirsin.

Ve şu anda, bu yazıda okuduğun her şeyde ben varım. Kendinden bir parça arama. Ve bulursan, bil ki bu senin hatan. Çünkü ben, sen değilim. Ama sen, ben olabilirsin.

Olma, tamam mı?

Herkes özeldir ne de olsa.

Ve... Burda yazanların ne olduğunu öğrenmek mi istiyorsun? Bunlar benim. Beni tanıman için görmen gerekmiyor, dost. Çünkü bunlar benim görünüşümden daha ayrıntılı. Bunlar benim ruhum. Çünkü bunlar benim kelimelerim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder