4 Mart 2012 Pazar

Asri Zamanlar

Asri Zamanlar

I.
Papirüs,mürekkep, tüy.
Koyu bir çağın çekirdeğine doğru
bir uğultu yükseliyor kökümden doruğuma,
bir harita açıyorum önüme: Sonsuz ölçekli,
yeryüzünü, gökleri ve göklerin ötesini örten,
dağ, koyak, iç deniz, açık deniz, ölü deniz için;
dere tepe düz giden derviş yüzüm,
abdal sesim, keşiş bakışım için bir harita.
Flaneur, wanderer, aylak evliyayım
yenilmez hayretler içinde: Nerede yuvam,
nerede öldürdüğüm ağam için diktiğim
sessiz çöl anıtı, nerede durmadan doğurduğum
gece çocukları: Bir karabasan gibi çöküyorum
birdenbire üstüme, sanki çağırılmamış
bir sağanağım: Gelip geçiyorum heryerden,
taşsam taşırsam da.

II.
İkizim, eşim, aynam benim: Yıkılıyor
Çağ ve karışıyor bütün takvimlerin
sayfalarını boşluğa savuran rüzgârda
günler ve geceler. Saatler duruyor
ki kuramıyoruz bir daha, akreple
yelkovanın çelişen yüzlerinde
o titiz dengeyi. Bir vida hiçbir yive
denk gelmiyor artık, bir fiil
dolaşıyor dilimin ucunda ve
içinde büyük, hızlı, sessiz, keskin bir kuş
kanatlarını hazırlıyor,
geridönüşsüz bir uçuşun eşiğinden acıyla,
biraz gururla bakıyor ötelere,
ufkun ardından gelen ufukların
sonsuz aritmetiğine
ve bir yaydan fırlar gibi
kanatlarını açmadan
yerçekiminden uzaklaşıyor,
görünmez kaynağının görünmez gücüyle.

III.
Bir kuş ki
çağlayan insan adalarının üstünden,
yaralı, sakat, umarsız kalabalığın
içindeki azalmak bilmeyen sancıyı gözlüyor:
Kent: Cennet mi lağım mı
aşağıda akan ve donan, anlayamıyor.
İrin keseleri patlamış, milyonlarca
küçük boncuk cıva dağılmış: Çekiyor,
değiyor, itiyorlar birbirlerini birbirlerinde
ve kaba bir hışırtıyla kalabalığın arasından
kefen yırtılıyor bir uçtan ötekine:
Mezar atölyelerin, ecinnili
uçsuz bucaksız kırtasiye yığınlarının,
dev kazanların ve binlerce çatal
kaşığın birbirine karıştığı bulaşık
havuzlarının, yatak odalarına
sinmiş kısır cibinlik kokularının,
şırıngaların inanılmaz bir gürültüyle
doldurduğu hastane çöplüklerinin,
martıların gagalarına takılmış gotik
iskeletlerin, sinekleri, çekirgelerin,
ağıtların, kahkahaların ve çığlıkların
üstünden uçuyor, uçuyorum.

IV.
Budur paylaşamadığım eğinim:
Hayatın belkide ortasına indim
ve yıllardır gözümden süzdüğüm can
ve eşya alaşımı çekildiğim kovukta
bile kanattı, yattığım çileyi.
Adamlar tanıdım, pörsümüş bir düş
çehresiyle et ve kemik torbasına döndüler,
yıldan yıla, dövme ve mühür, geçerek.
Kadınlar tanıdım, yeni ve eski kadınlar:
Sanki birer dolunay, nasıl aydınlık,
nasıl geçici birer unutuluş masalı.
Çocuklar: Bir çıban gibi patladı
onlarla gelişen umutsuzluk kavmi.
Herşey değişti sandım, hiçbir şey
değişmedi şu mıhlandığım odada.

V.
Yıllar önce, beton dut ağaçlarının
henüz rahim toprağa ekilmediği o
kopuk, direnen sabahta salıverdiğim
uçurtma sürdürüyor mu yeminli
sonsuzluk sevdasını? Bir heybeye
biraz azık, biraz telaş, sayısız
düş tohumu doldurup yola düşen
kardeşim vardı mı varılmaz bildiğimiz
vahaya? Ben buradayım ve bekliyorum
hâlâ, yorgun bir ulağın getireceği
çağrıyı.

VI.
Söyle ey durgun yüz, ne beklediğini
artık bilmeden bekleyen boş kafes:
Şimdi burada yaşadığımız, düne ve yarına
yürüyor mu? Ötede, denemediğimiz yönlerde
hastalığın bulaşmadığı bir adada, bir inde,
sisli bir dorukta buluşabilir miyiz bir gün?
Kardeşlerim: Ne zamandan beri nerede
saklıyorsunuz saf ışığı? Hala mağarada mısınız,
kör gövde ve kör gölge,
uykunun düşte ördüğü bir seddin arkasına mı
gömdünüz bozulmaz altını?
Sorular soruyorum ve işte gece gündüz
bir çıkını boşaltıp dolduruyorum: Yol uzun
ve içimden kopup giden öncünün
geri dönmeyeceğini biliyorum.

VII.
Bir yankı yok mu som yabancıya?
Elimde çözemediğim bir düğüm, yüzümü
döneceğim bir ateş yakamıyorum terkimdekilerle:
Papirüs, tüy, mürekkep.
Birşey eksik, bir takı. kopuk dilimin ucunda
yerde kıvranan iki anlamlı bir tek fiil,
belki karmaşık bir tamlama: Yıllardır
uyumadım, sonsuz bir çalışmada sınadım
duyularımı, içimdeki organları kurumaya
terkettim: Uçtum ve kanımı temizledim yalnız,
aranızda: Hıncahınç rıhtımlara uğrayan
ıssız bir tekneyim ben.

Enis Batur

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder